• https://www.facebook.com/Sazeliyye
  • https://twitter.com/Sazeliyye
    • İbn Ataullah İskenderi'nin (ks) Hikem-i Ataiyye adlı tasavvuf klasiği
    • Şâzeliyye tarikatının Zerrûkıyye kolunun kurucusu Ahmed Zerruk el-Fâsî ks. (ö. 899/1493-94)
    • Sultan II. Abdülhamid Han'ın devam ettiği Şazeli tekkesi Zâfir Efendi Tekkesi (Ertuğrul Tekke)
    • II. Abdülhamid Han'ın Şazeli şeyhi Muhammed Zafir Efendi (ö.1903) ve kardeşleri
    • Şâzeli tarikatına mensup Osmanlı padişahı II. Abdülhamid Han
    • Unkapanı Şâzeli tekkesi (Şazeli Tekke Camii olarak bilinmektedir.)
    • Gaziantepli Kadiri-Şazeli şeyhi Hasan Arslan Hocaefendi (ö.2011)
    • ŞAZELİ ismi marka olarak TÜRK PATENT ENSTİTÜSÜ'ne 10 yıllığına tescil ettirildi!
    • Buna göre, bir başkası tarafından bu isim kullanılarak matbaa, TV, radyo, gazete, dergi, yayınevi, takvim vd. bilumum basım-yayım, eğitim-öğretim, kültür hizmetleri gerçekleştilemez.
Şâzeliyye Tarikatı

Şeyh Hasan Arslan'ın Hayatı

AİLESİ

Şeyh Hasan Arslan 1928 yılında Gaziantep'in Büyük Şahinbey kasabasında (eski adı ile Körkün köyünde Hanefi Çavuş ismiyle tanınan Hanefi Bey’in ve Münevver Hanım’ın üçüncü çocuğu olarak dünyaya gelir. Soyları Sultan IV. Murat zamanındaki Sarı Mustafa Efendi’ye dayanır. Mustafa Efendi, cengâverliği, savaşçılığı ve güvenirliğiyle tanınır. Dönemin paşaları Sarı Mustafa’yı Devlet-i âli’nin güneyinde vuku bulan bir meseleyi çözmek için görevlendirilir. Halep’ten gelerek Gaziantep yakınlarına yerleşir ve bu bölgedeki kargaşayı sükûnete kavuşturur. Başarısından dolayı Sultan IV. Murat'ın iltifatına layık olur ve kendisine Sarpı köyü bağışlanır.

Üstadın ikinci kuşaktan dedesi Körkünlü Hacı Ali Efendi, ata binme ve cirit atma gibi konularda meşhurdur.  Körkünlü Hacı Ali Efendi denildiğinde akla ilk olarak onun yiğitliği ve cömertliği gelir. Üstat’ın babası Hanefi çavuş ise dedelerine layık bir evlat olarak yetişir. Hanefi Çavuş, İkinci Dünya savaşı yıllarında vatani görevini yapar. Almanlar, orduda haberleşmeyle ilgili bir yarışma başlatır. Hanefi çavuş, çok fazla katılımcının olduğu yarışmada birinci olur. Komutanları, Hanefi Efendi’yi başçavuşluğa atamak isterler; ancak bu gerçekleşemez. Çünkü Hanefi Efendi, okuma yazma bilmemektedir. Yarışmanın birincisine ödül olarak on iki altın verilir. Hanifi Çavuş, “Ben ödül için yarışmaya girmedim.” diyerek altınları kabul etmez ve devlete bağışlar. O, her zaman okuyamamanın ezikliğini hisseder ve çocuklarını da okutmayı arzular. Bu isteği, annesi merhum Münevver hanımda ortak olur. Münevver Hanım, saliha kişiliği ile bilinen bir hanımefendidir.

ÇOCUKLUK YILLARI

Dedesi Hacı Ali Efendi,  Hasan Basri hazretlerine büyük bir muhabbet ve saygı duyduğu ve ayrıca komutanlarından Yüzbaşı Hasan Bey’e de ayrı bir muhabbet beslediği için yeni doğan torununa Hasan ismini verir. Hasan, zekiliği, çalışkanlığı ve farklı kişiliğiyle insanların sevgisini kazanır. Akranları gibi değildir, her şeyi öğrenmek ve araştırmak ister. Ailesi çocukları arasında Hasan'a ayrı bir yer verir. Başta dedesi olmak üzere herkes onu okutmak ister ve okuma zamanı gelince de hemen okula yazdırırlar.

Öğretmenleri, başarılar gösteren Hasan'ı ilkokuldan sonra Haruniye Öğretmen Okuluna göndermeye karar verir ve ailesine bu konuda ısrar ederler. Ancak okumasını çok istemelerine rağmen ondan ayrılmaya dayanamaz ve göndermekten vazgeçerler. Öğretmen okuluna gidemeyince, öğrenme açlığını giderecek yollar arar. Çaresiz kalan Hasan, okulu bitirdiği halde aldığı derslere tekrar tekrar girer. Okusa da okumasa da kitapları yanından eksik etmez. Köylerinde imamlık yapan Ali Bilici hoca Efendi’den ders almaya karar verir. Ali Hoca’dan ders almak için peşinden saatlerce koştuğu olur. Düzenli olmasa da Ali Hoca Efendi’den aldığı derslerle ilmin tadına varır. O tat hayatı boyunca damağında kalan Hasan, on beş yaşında kendini dünya evine girerken bulur. Askerlik yaşına kadar da sıradan bir hayat sürer; ama yüreğindeki öğrenme isteği günden güne artmaya başlar.   

İLİM HAYATI

Şeyh Hasan, ilim öğrenme konusunda istekli olduğu kadar, belki de daha fazla zorluklar ve engellerle karşılaşır. Ailesinin evden ayrılmasına izin vermemesi, erken yaşlarda evlenmesi, okuyup da hoca olmasını istemeyenlerin baskısı onu hayli bunaltır. Her şeyden evvel o yıllarda Arapça ve İslami ilimler öğrenmenin suç olduğu, toplum üzerinde ağır psikolojik baskıların bulunduğu Milli Şef dönemidir. Hasan Hoca Efendi, özel hayatındaki zorluklar ve dönemin siyasi yapısından kaynaklana engellere rağmen ilk hocası Ali Bilici Hoca’dan ders almaya başlar.

Köyün imamı Ali Bilici Hoca’dan başka ders verecek kişinin olmaması Hasan’ı sürekli Ali Efendi’nin peşinden koşturur. Bir şeyler öğrenmek için adeta onu bir gölge gibi takip eder. Ali Hoca çoğu zaman Hasan’ı yanından uzaklaştırır; ama yine de hocasının arkasından ayrılmaz, bir şeyler okumak için çeşitli yollara başvurur. Uzaktan takip eder, köy odasına girdiğini görünce yavaşça o da odaya gelir ve hocasına hizmet eder. Bir arzusunun olup olmadığını sorar, her zaman ayakkabılarını siler ve çıkarken önüne koyar. Çoğu zaman “Hasan gel bir şeyler okuyalım.” diyene kadar kapıda beklerdi.  Üstat tam beş yıl boyunca Ali Bilici Hoca’nın etrafında bu şekilde pervane gibi döner. İlk hocasından Kur'an, tecvit, Osmanlıca ve Arapça gibi bilgiler alır. Şeyh Hasan, öğrenmenin belli bir yeri ve zamanı olmadığını bilir. Ona göre öğrenmek isteyen için her mekân bir medresedir. Öyle ki askerlik yıllarında da bile ilim öğrenme yolları arar.

Askerliğini Diyarbakır’da jandarma olarak yapar. Asker ocağında hem jandarma hem de yazıcı olması onun için büyük bir fırsattır. Boş zamanını kitap okuyarak değerlendirmeye çalışır. Çarşı iznine çıktığında Ulu Camii’nin imamı ile tanışır, onunla yakınlık kurar ve her izne çıkışında Hoca Efendi’yi ziyaret eder. İsmi Ali olan bu hocadan da ders almaya başlar. Burada asker olması ve dönemin siyasi yapısından olmalı birçok zorluklarla karşılaşır. Bazı unutamadığı hatıralarından bahseder.

Diyarbakır’daki kısıtlı imkânlarıyla Şafî fıkhı, Kur'an-ı Kerim ve İslami konularda bazı kitaplar okur. Askerliği bitirince Diyarbakır'daki hocası Ali Efendi, burada kalıp ilim tahsil etmesini tavsiye eder. Bölgedeki medreselerde büyük imkânların olduğunu söyler; ancak sıla özleminin verdiği psikolojiyle memleketine dönmeyi ister.

Köyüne gelen Hasan Hoca, nasıl ve nerede ilim öğrenebileceğini araştırır. Diğer taraftan da bazı kişiler, onun okumasına engel olmaya çalışır. Zira bu genç, okursa hem köyün imamlığını alır, hem de köyde söz sahibi olur diye çekemeyenler vardır. Merhum Hanefi Efendiye “Hasan okumasın, eğer Hacı Ali'nin torunu okuyup hoca olursa, kapı kapı gezerek hak mı toplayacak, bu bizlere yakışmaz.” Gibi sözlerle babasını tahrik ederler. Tahriklere ve engellere rağmen Hoca Efendi, babasını dinlemez ve Gaziantep'e ders almaya gider.

Antep’te ders alacak mekânlar arar, Gaziantep’in meşhur âlimlerinden merhum Bülbülzade’nin talebelerinden rahmetli Ali Hoca ile tanışır ve kendisinden ders almak istediğini belirtir. Ali Hoca’yla aynı tedrisattan geçen ve birlikte dersler veren Kürt Ahmet Hoca, Hasan Hoca’nın çok istekli ve zekiliğini görünce bu talebeyi kaçırmak istemez. Üstat bu hocalardan dersler almaya başlar. Daha sonra Oğuzeli Müftüsü Selim Köse ile tanışır. Selim Köse Hoca’dan da ders alır. Hasan Hoca, evli olduğu için Antep’te ve Oğuzeli’nde yatılı olarak kalamaz ve evini de Antep’e taşıma imkânı bulamaz. Hasan Hoca, bu sefer de ulaşım konusunda sıkıntılar çekmeye başlar. Hemen hemen her gün köyünden Antep'e veya Oğuzeli'ne on dört kilometrelik yolu yürüyerek gidip gelme zahmetine katlanır. Ailece hızlı yürümeleri meşhur olan Hoca Efendi bu yolu bir saatte gidip bir saate geldiğini ifade eder.

 Köyün taşımacılığını yapan Şoför Hasan, Şeyh Hasan'ın bu gidip gelmelerde büyük meşakkatler çektiğini söyler. Hoca’nın haline çok üzüldüğünü, ilim talebesine faydam dokunsun diyerek ondan para almadan otobüsüne aldığını belirtir. Her gün aynı yolu çeken Hasan Hoca, bir at alarak ulaşımını at ve bazen de merkeple yapmaya başlar. Bu meşakkatli ve zorlu yıllar Hasan Hoca’yı ilim meclislerinde pişirir. İlimden aldığı lezzet ona yaşadığı sıkıntıları hissettirmez bile. Bu yıllarda Emsile, Bina, Maksud, İzzi, Avamil, İzhar ve Kâfiye'nin yanı sıra birçok fıkıh ve hadis konusunda kapsamlı bilgiler edinir.

Hoca, ilmi çalışmaların en verimli yıllarını Salih Hocayla gerçekleştirir ve ilim icazetini de bu hoca efendiden alır. İcazetini alan üstat, Antep’in çeşitli camilerinde imamlık görevine atanır. Bir taraftan insanlara bilgiler vererek aydınlatırken diğer taraftan Antep’in meşhur hocalarıyla ilim meclisi kurup onlarla okumaya devam eder. Bir ilim membaı konumuna gelen Hasan Hoca, kurduğu ilim meclisleriyle ilmine ilim katarken bir taraftan da talebeler yetiştirerek öğrendiklerini talebelerine aktarır. 

Talebe yetiştirenin çok önemli olduğunu belirten üstat, bir Umre seyahati dönüşünde Şeyh Abdülkadir İsa Efendi'nin baş halifesi olan Sadullah Muradi Efendi’yi ziyaret eder. Şeyh Sadullah, Şeyhi Abdülkadir İsa'nın vasiyetini yerine getirmek için istihareye yatar. İstihare sonunda üstadının vasiyeti olan hass icazetini Hasan hocaya tereddütsüz olarak takdim eder. Hasan Hoca, bir süre Sadullah Efendi’nin yanında kalır. Bu arada Şeyh Sadullah, Hasan Hoca’nın ilim derecesini ölçer, onun ileri bir imle sahip olduğunu müşahede eder ve arkasından ilim sohbetlerinde hadis okutulması için (Buhari-Müslim) üzerine bir icazet verilir. Şeyh Hasan, ilim alanında farklı bir icazet daha almış olur.

Öğrenmenin sınırsız olduğunu bilen Şeyh Hasan için hayatın en önemli şeyi ilimdir. İlerleyen yaşına rağmen ilim öğrenmekten ve öğretmekten geri durmaz. İlme ve ilim tahsil edenlere çok değer verir ve onlara büyük hürmet gösterir. Şeyh Hasan, bilimin yaygınlaşması için dernek ve vakıfların kurulmasını hararetle tavsiye eder. Talebeleri, hocalarının bu isteğini yerine getirmek için "Hasan Hoca İlim Yayma Vakfı" adında bir vakıf kurarlar.

TASAVVUF YÖNÜ

Şeyh Hasan El-Ayni'nin tasavvufa ilgisi çocukluk yıllarında başlar. Büyüklerinin tarikatla ilgili konuşmaları ve mucizevi olaylar anlatmaları onu çok etkiler. Tasavvuf şeyhleri hakkında anlatılanlar onda derin bir sevgi ve saygı uyandırır. Köyüne veya yakınlara bir şeyh geldiğinde hemen arkadaşlarını arayarak oraya gitme yollarını arar.

Hasan Hoca, ilim öğrenmenin yanı sıra iyi bir mürşide ihtiyaç duyar. Bir taraftan derslere devem ederken, biryandan da kendine hakiki bir mürşit aramaya başlar. İlk olarak Gaziantep'te bir zikir meclisine katılır. İsmini vermediği bu şeyhin, zikir meclisine bir müddet devam eder. Bu meclisin ilimden ve sünnette uzak olduğunu görür ve hemen o meclisten ayrılmayı düşünür. Kendisi gibi düşünen ve tasavvufa hizmet eden Küçük Mahsereli Mehmet Ağa ile birlikte buradan ayrılır. Bu iki dost, Kuran ve sünnete bağlı tasavvuf meclisleri aramaya başlar.

Şeyh Hasan, günler sonra ilginç bir rüya görür ve gördüğü rüyayı arkadaşı Mehmet Ağa ile paylaşır. Bu iki Allah dostu, görülen rüya üzerine Kilis'e gitmeye karar verir. Yolda bir kamyonet kasasına binerler. Akşam namazı sırasında Kilis'in girişinde bulunan bir camide iner ve namazlarını kılarlar. Namaz sonunda caminin imamı ile biraz sohbet ederler. İmam efendiye gördükleri rüyadan bahsederek burada bir mürşidi ziyarete geldiklerini söylerler. İmam, onların tarifi üzerine bahsedilen zatın kendi sultanı olduğunu, eğer isterlerse onları dergâha götürebileceğini söyler.

Hasan Hoca ve Mehmet Ağa, şeyhle tanışır ve onun sohbetinde bulunurlar. Şeyhe intisap ettikten sonra tekrar köylerine dönerken ilk girdikleri camiye gelip imamı ziyaret ederek teşekkür etmek isterler. Ancak şehrin çıkışında ne imamı ne de camiyi bulurlar. O mekânın bomboş olduğunu görünce şaşırırlar. Hasan Hoca, aradığı mürşidi bulmuş olmanın huzuruyla köyüne döner. Yaşadığı olaylar ve şeyhi Mükerrem Safi’nin feyizli sohbeti üstadı etkiler. Ona karşı derin bir saygı ve bağlılık duyar.

Hasan Hoca, şeyhini sürekli görme arzusuyla yaşar. Her fırsatta Kilis’e gider, orada kalır ve üstadına hizmet eder. Kilis’e her gelişi onda derin etkiler bırakır dergâhtan aldığı manevi haz, onu şeyhine daha çok bağlar. Mükerrem Safi Efendi’nin sohbet ve nasihatleri onda yeni ufuklar açar. Şeyh efendi sohbetlerinde ilmin önemi ve ilim öğrenmenin ehemmiyeti üzerinde sıkça durur. Hasan Hocayı da her sohbetinde ilim ehli olması için teşvik eder. 
Hasan Hoca, birkaç yıl şeyhine hizmeti eder. İlim ve tasavvuf yolundaki gayretli çalışmaları ve samimiyeti onu önemli bir konuma getirir. Zira bir gün Hasan Hoca ve arkadaşları dergâhta bulunan halk şairinden birine latifede bulunurlar. Latifeyi kaldıramayan şair, Hasan Hocaya dönerek ona sitem eder: “Yanınıza gelmeden önce şeyhime, senden sonra Antep toprağında kim şeyhlik yapar, diye sordum. O da Hasan hoca vardır, birazdan gelir.” diye cevap verdiğini söyler. Bu diyalogun sonunda Hasan hoca, mürşit olacağının ilk işaretini alır.

Bir gün dergâhta ihvanlar sohbet ederken, Mükerrem Safi Efendi bir tepsi meyve getirir. Tepsiyi Hasan Hocanın önüne koyar ve bunları soyarak ihvanlarımıza ikram et der. Ancak Hoca solak olduğu için meyveleri soymakta zorluk çekeceğini düşünerek yanındaki Mehmet Ağa’dan yardım ister. Şeyh, Hasan Hoca’yı uyarır. Bu işi sen yapacaksın, insanlara bu yolda sen hizmet edeceksin der. Mürşitlik yolunda ikinci işareti alan Şeyh Hasan, bu olaydan sonra sağ elini kullanmaya başladığını fark eder.

Mükerrem Safi Efendi’ye on üç yıllık hizmetinden sonra üstadı tarafından halvete girmeye davet edilir. Halvet sonunda naiplik makamına çıkar. İki yıl sonra Mükerrem Safı Efendi, hastalanıp yatağa düşer. Üstadın hizmetinde bulunanlar: “Hocam sizden sonra zikir meclisimizi kimin yönetmesini istersiniz?” diye sorduklarında Şeyh Efendi’nin: “Hasan Hoca yönetsin” diye cevap verdiğini belirtirler. “İcazet yazmayacak mısınız?” denildiğinde de “Benim sözüm senettir. İcazet yazacak vaktim yok.” diye buyurur ve kısa bir süre sonra vefat eder.

Mükerrem Safi Efendi, hilafeti ilmiyle amil olan Hasan Hoca’ya verir. İlmi delillere önem veren Üstat, aldığı bu görevi yürütürken, icazetini yazılı olarak alamamanın sıkıntılarını çeker. Bir gün Nakşî şeyhlerinden şeyh Mazhar Efendi, üstadı ziyaret eder. Üstat dostuyla bu sıkıntısını paylaşır. Şeyh Mazhar Efendi de icazet olmadan rahat hizmet edemeyeceğini söyler ve şöyle devam eder: “Eğer sen Nakşi olsaydın hemen icazetini verirdim; fakat Kadirisin. İstersen Siirt'in Kurtalan ilçesindeki Teylan köyündeki evladı Resullerden Geylani soyundan Muhammet Sıdık Teylani’ye hizmet et der.

Şeyh Hasan, arkadaşı Hamdi Hoca ile birlikte Siirt'e gider ve orada istihareye yatarlar. Aradıkları mürşidin, Muhammet Sıddık Teylani olduğuna karar verip ona intisap ederler. İki yıllık hizmetlerinden sonra Şeyh Teylani her iki hoca efendiyi imtihan için halvete davet eder. Kırk gün boyunca halvette kalırlar. Halvet sonunda her ikisi de halifelik icazetini alır. Şeyh Teylani’nin vefatına kadar onu her fırsatta ziyaret ederek hizmetinde bulunurlar. 
Şeyh Hasan, halifelik icazetini resmen aldıktan sonra önceden başlattığı hizmetine devam eder. Gaziantep yöresinde yetiştirdiği talebeleriyle, Kuran ve sünnete bağlılığıyla tanınmaya başlar. Hoca’nın ilme ve tasavvufu bağlı talebeler yetiştirmesi şeyhler ve aydınlar tarafından övgüyle karşılanır.

Hasan Hoca, 1980’de küçük bir seyahate çıkar, seyahat sırasında Şam'dan büyük bir üstadın geldiğini ve hocayı görmek istediğini söylerler. Şeyh Hasan, hemen Gaziantep'e gelir. O zat, sanki yıllar öncesinden tanışan bir dost gibi hocaya sarılır ve evine gidelim Şeyh Efendi der. Şeyh Hasan bu Allah dostunu on beş gün evinde misafir eder. Yaşamında ve tasavvuf anlayışındaki olgunluk ve mükemmellikle Hasan Hoca’yı çok etkiler. Kendi yaşantısı ve tasavvuf anlayışını nur yüzlü misafirin anlayışıyla kıyaslar. Kendisine ayna olan bu kişinin tesiriyle pek çok hatalarını düzeltir. Özellikle tarikattaki taassup anlayışından vazgeçer. Bu Allah dostu, zamanın kutuplarından sayılan İbrahim Galâyâni’nin oğlu Şam ilinin (Katana) müftülerinden âlim bir zat olan Muhammet Bedrettin Galâyâni’dir.

Bu görüşmenin akabinde şeyh Hasan ve şeyh Galâyâni küçük bir arkadaş gurubu ile Bursa ve İstanbul gezisine çıkar. Üstat, bu gezi sırasında birçok manevi hazlar yaşadığını belirti; ancak manevi halleri anlatmak istemez, anlatılanların da yazılmamasını istese de bunlardan biri şöyledir: İstanbul seyahatinde Eyüp el Ensarî hazretlerinin türbesine ziyaret etmeden önce gezi gurubundakiler dinlenmek için ayrılılar ve türbede buluşmaya karar verirler. Türbeyi ziyaret edip dışarıya çıkan ihvanlar, Şeyh Galayâni’yi ziyaret kapısından bir hayli uzakta beklerken görürüler. Yanındakiler: “Şeyhim Türbeyi ziyaret etmeyecek misiniz?” diye sorarlar. Şeyh, ağlayarak mezarları gösterir: “Dostlar ben taş, toprak meraklısı değilim, ben bu zatın ruhaniyeti ile görüştüm, bu bana yeter.” der. Muhammet Bedrettin Galâyâni, İstanbul dönüşünde Hasan Hoca’ya Nakşî icazetini verir.

Şeyh Hasan’ın üçüncü icazetini de Ürdünlü Şeyh Seyyid Abdülkadir İsa’ verir. İcazet öncesinde Hoca’nın Maraşlı dostlarından Muşlu Ahmet Efendi, Abdülkadir İsa hakkında üstada bilgiler verir. Onun büyük bir âlim ve önemli mürşitlerden olduğunu anlatır.  Abdülkadir İsa Efendi’nin arada bir Türkiye'ye geldiğini belirtir. Allah dostları ve âlimlere büyük değer veren Hasan Hoca,  Abdülkadir İsa Efendi Türkiye'ye gediğinde ziyaret eder. Aralarında derin bir muhabbet doğar ve fikir alış verişlerinde bulunurlar. Birkaç gün süren görüşmelerde her iki üstat da birbirlerini tasavvuf ve ilmi yönden ölçer. Abdülkadir İsa Efendi, Hasan Hocayı kendi tarikatına davet eder. Şeyh Hasan teklifi kabul etmez; ancak üstat çok ısrar eder. Israrlar üzerine Kadiri-Şazeli kolunun icazet-i amme ve icazet-i has senetlerini verir. Abdülkadir İsa Efendi’nin ilim ve tasavvuf sahasında ki olgunluğuna hayran olan Hasan Hoca, böyle bir üstada intisap ettiği için memnuniyetini sürekli dile getirir.

Kendisini bir Kadiri şeyhi olarak tanıtan Hasan El Ayni Efendi,  Kadri, Nakşi ve Şazeli gibi tarikat kollarlından icazetler alır. Allah yolunda insanlığa hizmet etmeyi şiar edinir. Sohbetine katılanlara sürekli kardeşliği, birlik-beraberliği, barışı ve çalışmayı tavsiye eden üstat,  her şeyden çok insanları sevmeyi öğütler. Çevresindekilere Allah’ın kitabına ve Resulün sünnetine bağlı oldukları sürece mutlu ve başarılı olacaklarını söyler.

ŞAİRLİK YÖNÜ

Şiir ve ilahiler Hoca Efendi’nin yaşamında özel yeri olan unsurlardır. Ona göre dergâhtaki sohbetlere bütünlük kazandıran ilahilerdir. Zira şiir (ilahiler) bir sanat eseridir. Yapısı gereği estetik bir varlıktır. Dağınık ve eksik okunması onun güzelliğini gölgeler. Şiirin kaynağının ilham olduğuna inanır. Şiiri usta sanatçıların yazacağını söyler.  

Üstat, şiir yazmaya olgunluk yıllarında başlar. Bir gün halk (şairin kendi deyimiyle Hak) âşıklarından Gümüşhaneli Âşık Salim, Gaziantep gezisinde Hasan Hoca’nın dergâhına uğrar. Hoca Efendi’yle tanışır ve dergâha misafir olur. Âşık Salim, sohbet sırasında irticalen şiirler okur. Misafirlerden biri de Âşık Salim’e şiirle cevap verir. Karşılıklı şiirler okunmaya başlanır. Âşık Salim'in karşısında ki şairin okuduğu bir şiirde İslâm’a muhalif olan ifadeler geçer. Şiirin tesirinden olmalı mecliste bulunan diğer hoca efendiler, şiirleriniz çok güzel diyerek onu methederler. Hayatı boyunca İslam’a aykırı olan şeyleri çekinmeden söyleyen Hasan Hoca, diğer hocaların aksine bu şiirin İslam’a aykırı olduğunu belirterek orada bulunan kişileri uyarır. Bu olay Hoca’yı çok etkiler, ilmi olmayan kişiler nasıl olurda böyle etkili şiirler yazar diyerek kendine bu meseleyi dert eder. Bu düşünce üstadın kalbini kemiren bir hal alır. Şiirin insan üzerinde derin tesirler bıraktığını ve bu tür şiirlere şiirle karşılık vermek gerektiğini düşür. Bunun üzerine şiir yazma denemeleri yapar. İrticalen okunan, söz konusu şiire, şiirle cevap vermeyi kafaya koyan üstat, “Şeriat-ı Muhammeddiye” adında bir reddiye yazar ve muhatabı olan şaire gönderir. Şair de memnuniyetini bildirmek için "Şeriat-ı Muhammeddiye" şiirine karşılık methiye yazarak cevap verir.

Başka bir sohbet meclisinde yine İslam’a aykırı şiir okununca, ilmin izzetine yakışan tavrıyla meclistekileri uyarır. Okunan şiirin İslam’a aykırı yönleri üzerinde uzun bir açıklama yapar. Hasan Hoca, bununla da yetinmez, söz konusu şiire ve yazarına “Cevr ila Cefalar” şiirle cevap verir.

Altmış üç yaşına gelen Şeyh Hasan, bir trafik kazası geçirir bu olayda bazı haller yaşadığını söyler. (Hoca’yı çok etkileyen halleri ısrarlarımıza rağmen öğrenemeyiz.) Çilelerle geçen günler Hoca Efendi’yi tam altmış üç yıl boyunca pişirir ve olgunlaştırır. Baskıların, yokluğun ve zorlukların hat sefada olduğu yıllarda bile hayata umutla bakar. İnsana yakışan şeyin sevgi olduğunu, sevgiyle gönüllerin fethedileceğini söyler. Kazadan sonra peş peşe şiirler yazmaya başlar. Sen Al Benden Benliğimi, Muhammed’in Yollarında gibi şiirleri ilk eserlerini oluşturur. Şiirleri “Sevgi Pınarında Hikmet Damlaları” adında  199… yılında kitap haine getirilir. Büyük ilgi gören şiirleri, Mehmet Emin Ay gibi ilahiler besteleyen önemli kişiler tarafından bestelenir. Yeni şiirlerini ayrı bir kitap halinde çıkarmayı tercih etmez. Son şiirler kitabın bir sonraki baskısına yerini alır. “Sevgi Pınarında Hikmet Damlaları” 2009’da altıncı bakıya ulaşır. 
Hasan Hoca’ya göre şiir, kitap ve sünnete hizmet etmek amacı ile yazılmalıdır. Şiirler vaaz ve nasihatlerden daha tesirlidir ve insanlar üzerinde gerçekten büyük etkiler bırakır. O her şiirini Kuran ve sünnet ölçüsüne uygun olarak yazar. Ona göre şiir Allah’ı ve Allah sevgisini anlatan bir araçtır. Yazdığı şiirleri dostlarına okur İslam’a aykırı bir ifadenin bulunup bulunmadığını sorar. Bu konuda çok titiz davranan Hoca Efendi, kullandığı kelimeleri kılı kırk yararcasına inceler. Her hangi bir kelimenin batıl bir duyguyu öne çıkarmadığını ölçer. Böyle bir durum söz konusu olduğunda onu şiirinden çıkararak yerine uygun kelimeler arar.

Hoca’ya göre şiirlerde fikirler ve ya şahıslar hedef alınmamalıdır. Herkes önce kendi nefsine bakmalıdır. Bunun için şiirlerinde eleştirilen ve ya nasihatlerde bulunan kişi bizzat şairin kendi nefsidir. Günahkârlığından ve acizliğinden bahseder. Allah’a yakarışlarda bulunur ve ondan af diler. Şiirlerinin teması Allah sevgisi, İslam’ın büyüklüğü ve insanlara huzur veren duygulardan oluşturur.  

En çok sevdiği şiiri, “Tarikat Erleri”dir. Bunu tarikatçı olmasına ve tasavvufu iyi anlamasına bağlar.

Şiir
Tasavvuf erlerinin de beğendiği bu şiir hakkında Âşık Salim: “Başka şairlerden böyle bir şiir duymadım ve hatta ben de bu duyguyu böyle ifade edemem.” diyerek üstadı tebrik eder.

Tasavvuf ve tekke şairlerini severek onlara her zaman saygı duyduğunu belirten Hasan Hoca, şairlerden en çok Yunus Emre, Muhammed Bican İbni Farid gibi şairleri beğendiğini söyler. Yıllar sonra bu şairlerin, bazı şiirleri üzerinde oynanarak bozuk fikirler yerleştirildiğini hatırlatır. Bu tür şeylerin insanlığa sığmadığını söyler. Şiir hakkında ki düşüncelerini şu cümle ile özetler: “Şiirde belirtilen ifadeler iyi ise kelâm-ı kibar gibidir; eğer kötü ise söylenen kelamın kötüsü gibidir.”

Hasan Hoca Efendi, ilmiyle amil olan peygamberlerin varislerinden biridir. İlmi çalışmalarıyla insanların bilinçlenmesine, tasavvuftaki hizmetleriyle nefislerdeki manevi hastalıklardan arınmasına, şiirleriyle de gönüllere verdiği sürurla ülkemizin manevi liderlerinden biridir.

Vefatı

Şeyh Efendi 23 Haziran 2011 senesinin bir yaz günü, sabah saatlerinde Gaziantep hastanelerinin birinde hayata gözlerini yumarak Daru’l-fena’dan Daru'l-beka’ya irtihal etti.

 

Kaynak:
Ahmet İhsan KAYA http://hasanhocailimyaymavakfi.com/buyuklerinhayati.php?objID=8721541652

Şâzelî Şeyhler