Şâzelî Osmanlı Padişahı II. Abdülhamid
Günlük yaşantısına erkenden yıkanıp namazı eda ettikten sonra Kur'an ve evrad okuyarak başlayan II. Abdülhamid'in dinî duygu ve yaşantısının samimi olduğu anlaşılmaktadır. Ömründe sadece böbrek hastalığına yakalandığı vakit Cuma namazını terke mecbur kalmış, sıhhati bozulduğu halde Ramazan orucunu bırakmamış olan Sultan'ın (Ali Said, Saray Hatıraları, haz. A. N. Galitekin, İstanbul 1994, s. 32, 40, 41, 58) gizlice hacca gittiği de rivayet edilmiştir (Hasan Abdulhay Kazzaz, el-Emnüllezi Neîşühû, Mekke 1989, s. 391-92; Ö. F. Yılmaz, Belgelerle Sultan II. Abdülhamid Han, s. 214-215). İçki içmediği, içenlerden nefret ettiği, bütün hareketlerini İslam şeriatına uygun yapmaya gayret ettiği, tereddüt ettiği mevzuları birkaç ilim adamına sorduğu nakledilmektedir (Ali Said, a.g.e., s. 58)
ŞEYHLERLE İLİŞKİLERİ
Prof. Dr. Hür Mahmut Yücer araştırmalarının neticesi olarak şunları kaydetmiştir: "Onun [Sultan'ın] gerek sözlü gerekse yazılı rivayetlerden, Kâdirîlik ve Şâzelîliğe kesin olarak intisap ettiği; Nakşî, Rifâî ve Halvetîlerle seviyeli bir ilişki kurduğu; [dönemindeki] Mevlevî ve Bektâşîlere ise gerek Jön Türkler ve Masonlarla ilişkileri, gerekse Sultan Reşad ile bağları neticesinde mesafeli ve soğuk olduğu söylenebilir." (Hür Mahmut Yücer, "Sultan II. Abdülhamid Dönemi Devlet-Tarikat Münasebetleri", Sultan II. Abdülhamid ve Dönemi, Editör: Coşkun Yılmaz, İstanbul 2002, s. 255)
Tarihçi Ömer Faruk Yılmaz, Belgelerle Sultan İkinci Abdülhamid Han adlı kitabına şunları yazmıştır: "Sultan Abdülhamid, Ehl-i Sünnet'e mugayyir olmayan tarikat ve ilim erbabı ile sık sık görüşürdü. Ulemaya hürmet göstermek, Osmanlı sultanlarının güzel adetlerinden idi. Sultan Abdülhamid Han, Şam'da medfun bulunan Şazili şeyhlerinden Şeyh Ebuşşamat Efendi'ye, tahttan indirilip Selanik'te yaşamaya mecbur edildikten sonra bir mektup yazmıştı." (Osmanlı yayınevi, İstanbul 2000, 2. bs., s. 274-276)
Küçük yaşlarından itibaren tasavvuf çevreleriyle içli dışlı olan Sultan Abdülhamid, Yahya Efendi Tekkesi Nakşî şeyhi Hasan Hayri Efendi'yi sık sık ziyaret etmiştir (Hüseyin Vassaf, Sefine, II, 72). Nakşî-Halidî şeyhi Gümüşhaneli Ahmed Ziyaeddin Efendi, belli aralıklarla Sultan Abdülhamid ile görüşürdü (İrfan Gündüz, Gümüşhanevi Ahmed Ziyaüddin, s. 65).
Şehzadeliği sırasında Yenikapı Mevlihanesi'ne birkaç defa gitmiş, Mevlevi şeyhi Osman Salahaddin Dede'den istifade etmiş, tahta geçtikten sonra onun sarayda haftada bir veya iki gün Mesnevi okumasını istmiş, ancak kendisi bu programa bir defa katılabilmiş, saltanatı süresince zaman zaman huzuruna çağırmış, bazı konularda görüşlerine başvurmuştur. (Mehmet Ziya, yenikapı Mevlevihanesi, s. 181-86)
Sultan II. Abdülhamid, Halvetî-Sünbülî şeyhi Rızaeddin Efendi'ye de büyük saygı duyardı. Bir Ramazan onu iftara davet etmiş, teşrifleri rica olunmuş, teklif kabul edilmiş, Sultan, şeyh efendiyi bizzat sofrasına kabul etmiş, birlikte yemek yemişler, dualarını almışlardır (Hüseyin Vassaf, Sefine, III, 309)
II. Abdülhamid, padişahlığının ilk yıllarında aynen II. Mahmud'un ilk yıllarında olduğu gibi tarikat erbabıyla iyi geçindiği, onları saraya davet ederek fikirlerini dinleyip değerlendirdiği; ancak bir müddet sonra bu ilişkilerin kısmen bozulduğu, yardımların yavaşlatıldığı, denetim, gözetim, sürgün gibi mekanizmaların işletildiği anlaşılmaktadır (Hür Mahmut Yücer, Osmanlı Toplumunda Tasavvuf: 19. Yüzyıl, s. 701).
Ayşe Osmanoğlu'nun belirttiğine göre, Muhammed Zafir Efendi'den sonra babasının [Sultan II. Abdülhamid'in] intisap ettiği şeyhlerin başında Rıfai şeyhi Ebu'l-Hüda es-Sayyâdî ve Yahya Efendi tekkesi Kadiri şeyhi Abdullah Efendi gelir (Ayşe Osmanoğlu, Babam Sultan Abdulhamid, İstanbul 1994, s. 25).
Ekrem Buğra Ekinci, "Behice Sultanla Alt Ay" adlı yayınında, babasının Nurullah Yıldız adındaki bir öğretmen arkadaşının, Sultan II. Abdülhamid Han'ın hanımlarından Behice Sultan'la (ö.1969) görüşme notlarını neşretmiştir. Bu notlarda, hanımı, Sultan II. Abdülhamid Han ile ilgili şunları söylemiştir:
"Sultan Abdülhamîd Han, haramlardan son derece sakınırdı. İki eli kanda olsa, namaz vaktini geçirmez, evvel vaktinde namazlarını kılar, günlük vazifesi olan Delâil-i Hayrat’ı okur, tesbihlerini çekerdi.
Küçük yaşta Arapça tahsiline başlamışlar, ilk öğrendikleri Arapça olmuştur. Birçok Kur'ân-ı kerîm ilimlerini, en fazla tefsir ilmini okumuşlardır. Âyet-i kerîmeleri bazen okur ve îzâh ederlerdi. Babaları Abdülmecîd Han "Bu benim oğlum derviştir" buyururlarmış ve ekseriya bu lakapla hitâb ederlermiş. Çok fasîh ve güzel konuştuğu için de amcaları Sultan Aziz han kendilerine "Bülbül" lakabını vermişti.
Sarayda namaz kılmıyan kimse yoktu. İstisnâsız herkes namaz kılardı. Dili bükülmeyen bazı yabancılar hizmete gelince, hiç olmazsa namaz kılacak kadar sûreleri, İslâm dininin esaslarını ezberlemek mecburiyyetindeydiler.
Cennetmekân yattığı odada Kur'ân-ı kerim bulundurmazdı. Onun olduğu yerde ayaklarını uzatıp yatamazdı. Hemen bitişik odada, büyüklerin isimleri yazılı levhalar ve bir dolap içinde Kur'ân-ı kerimler bulunurdu. Tam o odanın üzerinde de kadın efendilerden birinin odası vardı. Sultan Hamid o odada yatılmasına gönlü elvermezdi. Câiz olduğunu bildiği halde men ederdi. İyi bilirim, yerler halı döşeli olduğu halde, yatacak yeri orası olduğu için kadın efendi sessizce odaya gelir ve uyurdu.
Cennetmekânın başı ucunda bir tuğlası bulunurdu. Onu hiç yanından eksik etmezdi. Uykudan uyanınca, hemen teyemmüm eder, ondan sonra musluğa kadar gider, abdestini alırdı. Abdestsiz yere basmazdı.
Sultan Hamid’in âdeti o idi ki; her gün muhakkak yedi defa Yâsin-i şerif okurdu. Zaten ezberindeydi. Kendisine bir şey söylendiğinde eğer cevap veremiyorsa muhakkak okumakla meşguldü. Durak başında durur ve cevap verirdi. Esas itibariyle Şâzilî tarikatine mensuptu. Şeyhi Bağdad’da olup arada bir gelirdi. Onu çok uzaklardan arabalarla karşılar, son derece izzet ve ikramda bulunur, sohbetler ederdi. İki-üç gün sonra şeyh efendi ayrılırdı. Sonra şeyhi vefat etti. Kâdirî tarikatına girdi. Günlük evrâd-ı şerifeleri muhakkak okur, bir gün te’hir etmezdi. Devrinin kutbu olduğunu söylerlerdi. Bazen öyle olurdu ki, sarayda olduğu muhakkak olmasına rağmen, her yerde aransa bulunmazdı. Hamidiye câmiinin kürsü şeyhi Şerif efendiyi çok severdi. Şerif efendi bize çocukken ders verir, nasihat eder, dualar ve salevat-ı şerifeler öğretirdi. (Kaynak: Tarih ve Düşünce, Ocak-Şubat 2005/1, 36-46.)
II. Abdülhamid de diğer Osmanlı padişahları gibi camiler, tekkeler, hayır ve hasenat kurumları yaptırmış, tamir ve desteklerine azami itina göstermiştir. Ancak bu destek sultanın tasavvufa bağlı, sadık bir mürid olmasından mıdır, yoksa kimi araştırmacıların da işaret ettiği gibi, toplumda güçlü ve etkin bir konuma sahip olan dergahların siyasi nüfuzundan yararlanma niyetine mi matuftur? Herhalde her iki sorunun cevabı da evet olmalıdır. (Yücer, s. 707)
RIFAÎ ŞEYHİ EBU'L-HÜDA es-SAYYÂDÎ
Şeyh Seyyid Muhammed Ebu'l-Hüda es-Sayyâdî, 1850'te Halep yakınlarında doğmuş, 1909 yılında İstanbul'da vefat etmiştir. Suriyelidir. Halep'te Nakibü'l-eşraf idi. Sultan II. Abdülhamid'le 1877 başında tanıştı. İstanbul'a geldikten sonra ise Şeyhülmeşayıh rütbesi ile Meclis-i Meşayıh Reisliği görevlerini üstlenmiştir. Arapları iyi tanıması, onlara yönelik politikalar üreten siyasi kabiliyet ve becerileri sebebiyle hükümdarın güvendiği yakın danışmanlarından olmuştur. Yirmi yıl kadar Sultan'ın himaye ve teveccühünü, üst rütbeli pekçok idarecinin saygısını kazandı.Resmi hiçbir görevi olmadığı halde, ulema silsilesi içindeki mevkiini ilerietmeye devam etti. Böylece kendisine 1878'de İstanbul Payesi verildi. İki yıl kadar sonra Anadolu Kazaskeri, 1885 Ramazan'ında da Rumeli Kazaskeri oldu. Bu paye ulema arasında en yüksek derece idi. Özelikle dış tehlikelerin arttığı zamanlarda sadece cihad değil, halifeye itaat ve onun etrafında birleşmek, Sultan II. Abdülhamid'in Panislamizm (uluslararası İslam birliği) politikasının kuvvetlenmesi ve yayılması için çalışan iki şeyhten Şeyh Muhammed Zafir, Kuzey Afrika'dan İstanbul'a gelen misafirlerin, Ebü'l-Hüda ise Asya'daki Arap ülkelerinden İstanbul'a gelen misafirirlerin karşılanması görevini üstlenmiştir. (Butros Ebu Manneh, "Sultan Abdülhamid II ve Şeyh Ebu'l-Hüda es-Sayyadi", çev. İrfan Gündüz, MÜİFD, Sayı: 7-10, 1989-1992, s. 374-405)
Kendisi de Sultan'dan aldığı destekle Suriye ve Irak dolaylarında pekçok Rifai zaviyesi açmıştır.
Beşiktaş Ebû’l-Hüdâ Tekkesi Beşiktaş’ta, Cihannüma Mahallesi’nde, eski adı Hasırcıbaşı Sokağı olan Hasırcı Veli Sokağı’nda bulunmaktaydı. Ebû’l-Hüdâ Efendi’nin vefatından sonra tekkenin bir müddet faaliyetini durdurduğu tahmin edilebilir. Tekke ve zâviyelerin kapatılmasından sonra mescid-tevhîdhâne bölümü kadro dışı bırakıldığı için Ebû’l-Hüdâ Tekkesi işlevsiz kalarak harap olmuş ve 1929 senesinde 2525 lira bedelle satılmış ve yıktırılmıştır.
1909'da vefat eden Ebü'l-Hüda, Eyüp'te Yahyâ-zâde Tekkesi [bugünkü Saçlı Abdulkadir Camii] yanındaki Ebû’l-Hüdâ Kütüphânesi’nde bulunan türbeye defnedilmiştir. 1964 yılında kabr-i şerifleri açılarak mübarek cesetleri, Halep’te Halep kalesine muntazır Sultan Abdülhamid Han tarafından yaptırılan Evkaf Müdürlüğü binası içindeki türbeye nakledilmiştir.
ŞAZELİYYE'YE BAĞLILIĞI
Sultan'ın Şâzeliyye'den başka diğer bütün tarikatlarla kurduğu bağların, halife sıfatıyla bulunduğu konum gereği teberrüken kurulmuş bağlar olduğu anlaşılmaktadır. Zira diğer tarikatlardan hiçbirinin evradını okuduğuna dair vesika bulunmazken, Şazeliyye'nin Vazife denilen günlük virdine devam ettiği açıklayan belgeler vardır. Ayrıca Beşiktaş'ta Şeyh Zafir Efendi'nin haftada bir Cuma namazından sonra düzenlediği Şazeliyye âyinine sık olmasa bile katıldığı kaydedilmektedir. Sultan Hamid Cuma için tekkeye geldiği her namazdan sonra, selamlamanın akabinde alayın dağılmasını ve saraya dönmesini ister, kendisi zikirde bulunurdu (Cemaleddin Server Revnakoğlu Arşivi, 76/2'den akt. Yücer, 703-704).
Sultan Abdülhamid'in Şazeliyye tarikatı ile bağının diğer tarikatlardan farklı olduğunu gösteren en mühim husus, tahttan indirildikten sonra bile Şazeliyye ile olan irtibatı devam ettiği halde, diğerleri ile kesilmesidir.
Abdülhamid'in Şeyh Zafir Efendi ile olan ilişkilerinin farklı şekilleri vardır. Bunlardan biri şeyhlik-müridlik, diğer ise padişahlık-danışmanlık şeklindedir. Şeyhlik-müridlik ilişkisi, Abdülhamid'in gençlik yıllarına dayanır. (Yücer, s. 702) Hüseyin Vassaf'ın belirttiğine göre Abdülhamid 1870-1973 yılları arasında İstanbul'da Şeyh Muhammed Zafir'e intisap etmiştir. (Sefine, I, 252)
Muhammed Zafir Efendi'nin siyasi ve devlet işlerindeki rolüne gelince, zannedildiği kadar üst seviyede ve derinlikli değildir. Resmi bir sıfat taşımaz. Bu hususta Ebü'l-Hüda es-Sayyadi ütün şeyhlerden daha öndedir. Sayyadi, padişahın Araplarla ilgili meselelerde görevlendirdiği siyasi danışmanı konumundadadır. Bu amaçla kaybettiği nişanın yenisi verilmiş, akrabaları çeşitli devlet hizmetlerinde istihdam edilmiştir. Zafir Efendi ise kendisine mensup olsun olmasın devlet hizmetinde bulunan herkesin takdirini kazanmış, Sultan kendisine rütbe teklif ettiği halde kabul etmemiş, bir tek nişan bile almamıştır. Devlet işleriyle doğrudan uğraşmamış, kendisine bir şey sorulursa cevap vermiştir. 93 Harbi esnasında Padişah güvenilir ve sürekli bir danışman ararken ona Tunuslu Hayreddin Paşa'yı (ö.1890) tavsiye etmiştir. Şeyhinin tavsiyelerine uyan Abdülhamid, ıslahatçı fikirleri ile tanınan ve değerli bir devlet adamı olan Hayreddin Paşa'yı Tunus'tan getirmiş, kendisini daha yakından tanıyınca sadrazamlık makamına kadar yükseltmiştir.
Bütün bunların yanında Zafir Efendi'nin manevi desteği yanında maddi desteği de eksik değildi. 1876-77 Osmanlı-Rus harbi esnasında Hindistan müslümanlarının osmanlıya yardımlarını organize etmiş, bu husustaki gayrıresmi bağlantıyı sağlamıştır. (Yüce, 705-706; Güven, 377-378)
Ülkede bir sıkıntı olduğunda, savaş zamanlarında ve hastalık zuhurunda birçok tekkede olduğu gibi Şeyh Zafir de Buhari-i şerif hatmi yaptırıyor, Hizbu'l-bahr okutuyordu. Dua ve hatim diğer bölgelerdeki tekkelere de haber veriliyor, onların iştirakı ve duyarlılığı da sağlanıyordu. Padişah halkın moralini yükselten bu işten etkilenmiş olmalı ki Sahih-i Buhari'yi bastırıp çeşitli beldelere gönderilmesine destek olmuştur. (Ayşe Osmanoğlu, s. 25)
Sultan 2. Abdülhamid Han'ın Şazeli Şeyhi Olduğuna Dair Bir Hatıra
Halveti-Cerrahi şeyhi, merhum Safer Dal Efendi (1926-1999) şöyle demiştir:
"Sultan Hamid'in ağasına vermiş olduğu Delâil-i Hayrât'ı "Şeyh Sultan Hamid" diye mühürlü. Fahreddin Efendim gözüyle görmüştür. Sultan Hamid de şeyh. Şazeli şeyhi, Delâil-i Hayrât okunmasına izin vermiş."
Kaynak: Geydim Hırkayı: Sader Efendi'nin Sohbetleri, hazırlayan: Adalet Çakır, İstanbul, Dergah Yayınları, 2013, s. 140
Bu ifadeye dair bazı notlar:
Sultan Hamid = Sultan 2. Abdülhamid Han
Delâil-i Hayrât: Şazeli şeyhi Muhammed b. Süleyman el-Cezûlî (ö.1465) tarafından derlenen salavat mecmuası.
Fahreddin Efendi: Tam adı İbrahim Fahreddin Şevki Efendi. Şeyh Safer Dal Efendi'nin Halveti-Cerrahi şeyhidir. (d.1885-ö.1966).
Sultan II. Abdülhamid'in esir tutulduğu Beylerbeyi Sarayı'ndan, Suriye'de bulunan Şazeli Şeyhi Mahmud Ebüşşamat Hazretleri'ne el yazısıyla yazıp gönderdiği mektup, O'nun tarikatın bir üyesi olduğunu gösteriyor.
Mektup şöyle:
"Ya Hu.
Bismillahirrahmanirrahim vebihi nestain
Elhamdülillahi rabbilalemin ve efdalü salati ve ettemmü teslim ala Seyyidina Muhammedin resulü rabbulalemin ve ala alihi ve sahbihi ecmain vetabiine ila yemüddin.
İşbu arîzamı tarikat-i Şazeliye Şeyhi vücutlara ruh ve hayat veren ve cümlenin efendisi bulunan eş-Şeyh Mahmud Ebüşşamât Hazretlerine ref ediyorum:
Mübarek ellerini öperek ve duâlarını rica ederek selâm ve hürmetlerimi takdimden sonra arz ederim ki, sene-i haliye şehr-i mayısın 2. günü tarihli mektubunuz vasıl oldu. Sıhhat ve selâmette daim olduğunuzdan dolayı Allah'a hamd ve şükürler ettim… Efendim, evrâd-ı Şazeliyye kıraatine ve vazife-i Şazeliyyeye, Allah'ın tevfikiyle gece ve gündüz devam ediyorum. Ve bu vazifeleri edâya muvaffak olduğumdan dolayı Allah Teâlâ Hazretlerine hamd ederim ve dâvet-i kalbiyenize daima muhtaç olduğumu arz ederim.
Bu mukaddimeden sonra, şu mühim meseleyi zat-ı reşadetpenahilerine ve zat-ı semahatpenahilerin emsali ukulü selim sahiplerine tarihî bir emanet olarak arz ederim ki, ben Hilâfet-i İslâmiyeyi hiçbir sebeple terk etmedim. Ancak ve ancak 'Jön Türk' ismiyle maruf ve meşhur olan İttihat Cemiyeti'nin rüesasının tazyik ve tehdidiyle Hilâfet-i İslâmiyeyi terke mecbur edildim. Bu ittihatçılar, Arazi-i Mukaddese ve Filistin'de Yahudiler için bir vatan-ı kavmî kabul ve tasdik etmediğim için ısrarlarında devam ettiler. Bu ısrarlarına ve tehditlerine rağmen ben de katiyen bu teklifi kabul etmedim. Bilâhare yüzelli milyon altun İngiliz lirası vereceklerini vaad ettiler. Bu teklifi dahi katiyen reddettim ve kendilerine şu sözle mukabelede bulundum: “Değil yüzelli milyon İngiliz lirası, dünya dolusu altun verseniz bu tekliflerinizi katiyen kabul etmem! Ben otuz seneden fazla bir müddetle Millet-i İslâmiye'ye ve Ümmet-i Muhammediye'ye hizmet ettim. Bütün Müslümanların ve selatin ve Hulefa-i İslâmiyeden aba ve ecdadımın sahifelerini karartmam ve binaenaleyh bu tekliflerinizi mutlaka kabul etmem” diye kat'î cevap verdikten sonra hal'imde ittifak ettiler. Ve beni Selanik'e göndereceklerini bildirdiler. Bu son tekliflerini kabul ettim ve Allah Teâla'ya hamdettim ki ve ederim ki; Devlet-i Osmaniyye ve Alem-i İslâm'a ebedî bir leke olacak olan tekliflerini, yani Arazi-i Mukaddese ve Filistin'de Yahudi devleti kurulmasını kabul etmedim. İşte bundan sonra olan oldu. Ve bundan dolayı da Mevlâ-yı Müteal Hazretlerine hamd ederim.
Bu mühim meselede şu maruzatım kâfidir. Ve şu sözlerimle mektubuma hitam veriyorum. Mübarek ellerinizden öperek hürmetlerimi kabul buyurmanızı sizden rica ve istirham ederim. İhvan ve asdıkamın cümlesine selâmlar ederim.
Ey benim muazzam üstadım! Bu bâbta sözümü uzattım. Muhat-ı ilmi semahatpenahileri ve bütün cemaatinizin mâlûmu olmak için uzatmaya mecbur oldum.
Veselâmualeyküm ve rahmetullahi ve berakatühü.
Hadim-i el-Müslimin Abdulhamid
22 Eylül 1329”
Kaynak:
Suna Durmaz, "Filistin'i Yahudilere Vermedim", Yeni Asya Gazetesi, 02 Kasım 2008
http://www.yeniasya.com.tr/2008/11/02/yazarlar/sdurmaz.htm
Şevket Kutan, "Sultan Abdülhamid'in Ebuşşamat Efendi'ye Yazdığı Mektup", Töre Mecmuası, Sayı: 129, Sene 11, Şubat 1982, s. 10-18
Ö. Faruk Yılmaz, Belgelerle Sultan II. Abdulhamid, İstanbul: Osmanlı yayınevi, 2. bs. 2000, s. 274-276
Ömer Faruk Yılmaz, bu mektubun kaynakları olarak şunları yazmıştır:
R.Halloum, Palastine - through documents, s. 166-167
El-Arabi Mecmuası, Kuveyt, Aralık 1972, Sayı: 169
Şevket Kutan "Sultan Abdülhamid'in Şeyh Mahmud Ebuşşamat Efendi'ye Yazdığı Mektup I-II", Töre Mecmuası, Sayı: 129, Sene 11, Şubat 1982, s. 10-18; Sayı: 130, Sene 11, Mart 1982, s. 26-32
Şeyh Mahmûd Ebü’ş-Şâmât el-Hanefî ed-Dımaşkī:
Mutasavvıf Mahmud bin Muhyiddin bin Mustafa Ebuşşamat ed-Dımaşki el-Hanefi (1850-1922), Şazeli tarikatının Yaşrutiyye kolunun şeyhi olup, Akkalı Ali bin Yaşrutiyye’nin ilk halifesidir. Zaviyesi Şam’ın Kanavaat mıntıkasındadır. Şam’da doğup ve yine Şam’da vefat etmiştir. Şeyh Mahmud mutasavvıf olmanın yanında hem edip, hem de şairdir ve bir çok eser kaleme almıştır.
Şeyh, Abdüsselâm b. Meşîş el-Hasenî’ye (ks) ait es-Salâtü’l-Meşîşiyye üzerine "el-İlhâmâtü’l-ilâhiyye ale’l-Vazifeti’ş-Şâzeliyye" adlı bir şerh yazmıştır.
Mahmut Ebu Şamat, gelen mektubu büyük inkisarla okuduktan sonra cevaben bir mektup ele aldı. Şeyh Ebu Şamat'ın 2. kuşak torunu olan Ammar Ebu Şamat dedesinin ele aldığı mektupta, şu ifadeleri yazdığını naklediyor:
"Müslümanların Halifesi; Sen Müslüman ve hilafet üzerindeki emanete riayet ettin. Allah sana sabredenlerin ecrini versin. Bu davranışın sebebiyle Allah senden ebeden razı olsun... Ey mülkün sahibi ve mâliki olan Allah'ım! Sen mülkü istediğine verirsin, mülkü istediğinden çeker alırsın. İstediğini aziz kılarsın, istediğini zelil kılarsın. Hayır senin elindedir. Muhakkak sen her şeye Kâdir'sin."
Yaklaşık 100 yıllık tarihi mektup Mahmut Ebu Şamat'ın yakınları tarafından büyük özenle saklanmış. Kutsal bir emanet gibi korunan ve geleceğe adeta ışık tutan Sultan Abdülhamid'in bizzat kendi eliyle yazdığı mektup Suriye'de büyük özveri ile korunuyor. Sultan Abdülhamid'in mensubu olduğu Şazeli Şeyhi Mahmut Ebu Şamat'ın 2. kuşak torunu olan Ammar Ebu Şamat, büyük bir özveri ile korudukları mektup için ayrı bir ihtimam gösterdiklerini anlatıyor. Çıktığı hutbelerde Sultan Abdülhamid'in ne kadar büyük bir Sultan olduğunu anlatmak amacıyla birçok kez bu mektubu okuduğunu anlatan torun Ebu Şamat, "Sultan Abdülhamid, Yahudiler tarafından 150 milyon İngiliz altını teklif edilmesine rağmen 'dünya dolusu altın verseniz bu teklifinizi kabul etmem' diyerek huzurundan kovuyor. Gün geçtikte bu yüce insanın önemini anlıyoruz." diyerek büyük sultana sevgisini anlatıyor.
Mektubun tarihi ve manevi bir boyutunun olduğunu kaydeden torun Ammar Ebu Şamat, "Mektuplar yıllarca büyük bir özveri ile saklandı. Büyük dedem Ebu Şamat, İttihatçılar döneminde de mektubu korudu. Şam'ın Fransız işgalinde de bu emanet korundu. Şimdi torunları olarak bu güne kadar muhafaza ettik. Ancak aile fertlerine büyük para teklifleri gelmeye başladı. Bu teklifler üzerine aile fertleri bir araya gelerek alınacak kararı tartıştık." şeklinde konuşuyor.
Ammar Ebu Şamat, büyük dedesine gönderilen mektubun önemli ve tarihî bir bölge olduğu için güvenilir bir mekanda muhafaza edilmesine karar verdiklerini söyledi. Ebu Şamat, "Aile fertlerine büyük paralar teklif edildi. Önemli ve tarihi bir belge olduğu için aile meclisi bunu reddetti. Ardından bu emanet mektubu emin ve güvenilir bir yere vermeye karar verdik. Aile fertlerinden Dr. Faruk Ebu Şamat bu mektubu Devlet Başkanı Beşşar Esad'a gönderdi. Kendisi korusun diye." diyerek mektubu güvence altına aldıklarını söyledi.
"II. Abdülhamid'in tarihî mektubu, Esad'da", Yeni Şafak, 21 Nisan 2010
http://yenisafak.com.tr/dunya-haber/ii-abdulhamidin-tarihi-mektubu-esadda-21.04.2010-253354
Gazeteci-yazar Murat Bardakçı bu mektup hakkında "bu mektup acemice hazırlanmış ucuz bir düzmeceden ibarettir! Düzmecedir, zira mektubun üslûbunun Osmanlı ifade ve hitabet kaideleri ile hiçbir alâkası yoktur. Yazı da, altındaki imza da Sultan Abdülhamid'e ait değildir", "1970'lerin başında bir Arap dergisinde yayınlanan bu düzmece mektup 40 sene sonra ısıtılıp ortaya sürüldü ve bazı tarihçilerimiz tarafından sanki gerçekmiş gibi tepe tepe kullanılıyor!", "Üstelik, Sultan Abdülhamid'in Mahmud Ebu Şamat adında bir şeyhinin mevcudiyeti de şimdiye kadar hiç işitilmemiştir!" iddiasında bulunmuştur. ("Bu mektup düzmecedir", Habertürk, 26 Kasım 2012)
http://www.haberturk.com/yazarlar/murat-bardakci/797573-bu-mektup-duzmecedir
Tarihçi Erhan Afyoncu, mektubun fotokopisinin daha önce incelediğini ve yazılanların Osmanlı hitabet kaidelerine uygun olmadığını söyledi. Afyoncu, II. Abdülhamid'in Şazeli tarikatına mensup olduğunu bildiğini ve bunun doğru olduğunu ancak mektubun sahte ve doğru olmadığı kanaati taşıdığını vurguladı. II. Abdülhamid'in Filistin Çığlığı kitabının yazarı Dr. Hüseyin Özdemir arşiv kayıtlarında böyle bir mektubun olmadığını ancak doğru da olabileceğini ifade etti. Son İmparator kitabının yazarı İsmail Çolak ise daha önce böyle bir mektuba rastlamadığını söyledi.
"Abdülhamit'in 'şüpheli' mektubu", Bugün, 22 Nisan 2010
http://yasam.bugun.com.tr/abdulhamitin-supheli-mektubu-haberi/100112
RİFAİ VE ŞAZELİ ŞEYHLERİN SULTAN'A SİYASİ DESTEĞİ
Fransa'nın Kuzey Afrika'yı istila etmeye başladığı, diğer Batılıların ve Rusya'nın Osmanlı Devleti'nin parçalamak için çalıştığı, Osmanlıdan "Hasta Adam" olarak bahsedildiği, Filistin'de bir Yahudi devleti, Doğu Anadolu'da bir Ermeni devleti kurulmak istendiği, azınlıkların Tanzimat Fermanı sonrası daha da güçlendiği bir dönemde Sultan II. Abdülhamit bu faaliyetlere karşı koymak için "Pan-islamist" bir siyaset izledi ve "Halifelik" sıfatından da yararlanarak Batı dünyasına karşı Müslümanları bir bayrak altında toplamayı hedefledi. Çoğu tarikat şeyhi, onun temsilcisi olarak Türkistan'a, Hindistan'a, Afrika'ya, Japonya'ya, hatta Çin'e kadar gitti. Sultan II. Abdülhamit'in bu faaliyetlerini açık bir şekilde yürüten tarikat şeyhleri Şeyh Ebü'l-Hüda, Şeyh Rahmetullah, Seyyid Hüseyin el-Cisr ve Şeyh Muhammed Zafir'dir.Kuzey Afrika'da, özellikle Sultan II. Abdülhamid'in müntesibi olduğu Şazeliyye ve bunun bir kolu olan Medeniyye tarikatları faaliyet gösteriyordu. Konuyla ilgili bir arşiv vesikasında şunları okuyoruz: "Medeniler ki dini ve siyasi reisleri İstanbul'da ikamet eden ve Sultan Abdülhamid'in şeyhi olan Şeyh Zafir'dir, sayıları çok olup bazen Libya'da çok aktifler."
Şeyh Muhammed Zafir'in kardeşi Şeyh Hamza Zafir, Fransız işgaline karşı isyanları desteklemesi için Trablusgarp'a gönderilmiştir (Erol Karcı, Osmanlı Kaynaklarına Göre Fransızların Tunus'u İşgali, Gazi Üniversitesi SBE, Yüksek lisans tezi, Ankara 2007, 78).
Fransız Konsey Başkanı'nın "İstanbul'daki Şazeliyye-Medeniyye tarikatlarının büyük şeyhinin kuvvet ve hareketi" hakkında bilgi sorması üzerine onların Cidde konsolosunun Paris'e gizli olarak yazdığı 20 Nisan 1902 tarihli cevabi yazıda, Şazeli şeyhinin Osmanlı idaresindeki etkinliği ve Panislamizm'e olan katkısı şöyle anlatılmaktadır:
"İmparatorluğun içişlerinde olduğu gibi dışişlerinde de çok büyük bir itibara sahip olan bu büyük Müslüman zatın nüfuz ve hareketi, büyük ve ehemmiyeti haizdir. Onda, dine ve taht'a olan desteğin en sağlam misali görülür. İslam itikadının müdafaası ve Hilafet'in ihyası için hergün biraz daha yayılan hamiyyet ve gayreti, onun başına mübalağalı bir hürmet halesi geçirdi. Mevsûkan (delilleriyle) bildirildiğine göre, onun eseri, şayan-ı dikkat derecede büyüktür. Büyük Şeyhi olduğu tarikatı yeniden teşkilatlandırarak, birkaç sene içinde bu tarikatı kuvvetli ve korkulacak bir müessese haline çevirmiştir. Böylece bu tarikat hem dini ve aynı zamanda askeri bir hüviyet kazanmıştır. Bu tarikatın kuvvetli olmasına sebep bir çok amil vardır. Her şeyden evvel, çok güzel bir şekilde teşkilatlandırılmış olan silsile-i meratibi (hiyerarşi) ve bütün müridlerinin kesin olarak teslim olduğu, tesir kabul etmeyen disiplini ve müridlerinin sayılarının fevkalade kabarık oluşundandır. Usta bir şekilde Türk politikasının gereklerine göre düzenlenmiş veya ona uydurulmuş olan itikatları, Müslümanların heyecana gelmiş rüyalarına ve hararetli hayallerine ümid vermişe benziyor. Yalnız dini menfaatler için çalıştıklarını söyleyen tarikat müridleri, aynı zamanda kendilerini Panislamizm propagandasına adamışlardır. Mamafih bu tarikat hareketinin özel olarak bize karşı yönelik olduğunu duymadım; tarikatın programı çok daha geniştir. Söylemeye hacet yoktur ki Mekke'deki Hacc'ın pan-islamik fikirlerin yayılması yönünden olan ehemmiyeti, Şazeliyye-Mediniyye tarikatlarının Büyük Şeyhi'nin gözünden kaçmamıştır. O, Mekke ve Medine'deki zaviyelerin başına, cemaatı arasında bilgi ve takvası ile en tanınmış ve en hamiyyetli olan müntesiblerini yerleştirmiştir. Bu mukaddimlerin hacı kitlesi üzerinde olan tesiri çok büyük olmalıdır. Zira onlar, davaları için lazım olan belli başlı elemanları, dini otoriteye, tarikatın büyük Şeyhi'nin işgal ettiği yüksek makamdan gelen nüfuza, ve nihayet, Hacc'ın muazzam gelirinin bir kısmına sahiptirler. Şazeliye-Medeniye için söylediklerim, kendileri hakkında teferruatlı bilgi toplamam mümkün olmayan Rufaiye için de söylenebilir. Şunu iddia edebileceğimi zannediyorum ki, bu iki tarikat [Şazeliyye ve Rufaiyye] imtiyazlı olup, gayretleri ve siyasi faaliyetleri ile, iman eserinden başka hiçbir şeyleri görünmeyen diğer bütün İslami cemaatleri geride bırakmaktadırlar. Hülasa olarak, kuvvetli teşkilatları, müntesiplerinin çokluğu, sahib oldukları zenginlik ve yukarıdan gelen özel himaye sebebiyle, bu iki tarikat, bugün için Türk siyasetinin en faal ve en korkulacak aletleridir".
Batıya karşı bu şekilde mücadele veren tarikat hareketini tesirsiz hale getirmek için de, Fransız Konsolosu Paris'e şu tavsiyelerde bulunuyor:
"1- Mümkün mertebe, sağlık ve ekonomik sebepleri bahane ederek, Müslüman tebaamızın Hicaz'a yapacakları Hacc'ı zorlaştırıp azaltmak, 2- Birbirlerine rakip olan tarikatlara, bir takım imtiyazlar tevcih ederek, bu rekabetin artmasına yardım etmek. Şurası muhakkaktır ki Şazeli, Medeni ve Rufailere karşı münhasıran yapılan bu lütuf ve ihsan, İslam'ın diğer cemaatları arasında ateşli bir rekabet doğurdu. Burada bizi ilgilendiren husus, bu rekabeti, kendi menfaatimiz yönünde işlemektir..."
Kaynak:
İhsan Süreyya Sırma, Belgelerle II. Abdülhamid Dönemi, İstanbul, Beyan Yayınları, 2009, s. 9-14, 111-114